Eski Eserlerin Onarımında Telif Hakları Sorunsalı mimarizm.com | Kentin Tozu | Kasım 2010
Son yıllarda restorasyon projelerinde görülür bir artış yaşanıyor. Devam etmekte olan onarım projelerinin tabelalarına baktığımızda ise müellif mimarın ismine rastlayamıyoruz. Ödüllü restorasyon projelerine imza atmış bir mimar olarak bu konudaki görüşlerinizi alabilir miyiz?
Acar Avunduk: 2004’e kadar tarihi eser projeleri bu yoğunlukta değildi. Bu tarihten itibaren devlet, eski eserlerin restorasyonuna ciddi anlamda kaynak aktarmaya başladı. Geçmişte bu restorasyonlar alaylı bir anlayışla müteahhit ya da kontrolör mimarlar tarafından, çoğu kez de projesiz olarak yapılırdı. Bu süreçte kaynak eksikliğinden sınırlı sayıda proje uygulamaya yansıdı. 2004’ten sonra ise yeni yasal mevzuatla bu konuda bir altyapı hazırlandı ve her türlü eski eserin restorasyonunda proje yapılması şart koşuldu.
Hem bu düzenlemeyle hem de İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesiyle birlikte koruma alanında önemli bir kaynak yaratılmış oldu. Aslında bu kararın alınmasında geç bile kalınmıştır. Çünkü para olmaksızın hiçbir uygulama yapılamaz.
2004-2005 yıllarında şu sevindirici kararlar alındı:
1.Projesiz hiçbir restorasyon yapılmayacak.
2.Ödeneği olmayan hiçbir işe başlanmayacak.
3.Hazırlanan tüm projeler Anıtlar Kurulundan tasdik edilecek ve uygulama işi projeye uygun olarak yürütülecek.
Bu işe yıllarını vermiş uzmanlar olarak, işler doğru bir temele oturduğu için başta büyük bir sevince kapıldık. Yüzlerce proje ihalesi açıldı. Ciddi sözleşmeler yapıldı, büyük emek ve para harcandı, Anıtlar Kurulu projeleri değerlendirdi ama sonrasında proje müelliflerinin uygulama aşamasında hiçbir şekilde devrede olmadığını gördük. Dolayısıyla baştaki memnuniyetimiz büyük bir kuşkuya dönüştü. Mimarlar Odası çatısı altında, 50-60 yıllık örgütlü mücadele sonucunda elde ettiğimiz bu haklar (telif hakları, M.U. Sorumluğu gibi) bir çırpıda elimizden alındı ve yok sayıldı.
Gelinen noktada eğer ciddi bir mücadele verip, karşı duruşumuzu sergilemezsek bu daha da yerleşecek. Bunu örnek alan özel sektör de artık benzer taleplerle geliyor. İşverenlerin bugüne kadar bu yönde hiçbir talepleri bulunmazken, kamu sözleşmelerini örnek göstererek, “kamu ile yaptığınız sözleşmelerde telif haklarınızı tümüyle daha işin başında devrediyorsunuz, lütfen bize de benzer bir muvafakatname ile verin” demeye başladılar.
Bundan hem mimarlık toplumu hem de mimarlık tarihimiz çok şey kaybedecek. Konuya, ilişkili ilişkisiz herkesin büyük bir duyarlılıkla yaklaşması lazım.
Tabela örneklerine baktığımızda, bunların İstanbul’un başyapıtları / anıt eserleri olduğunu görüyoruz. Hiçbirinde proje müellifinin adı yok. Oysa biz mimarlarıyla övünen bir toplumuz. Koca Sinan, Sedefkar Mehmet Ağa, Davut Ağa ve Balyan Ailesi… Bu isimler bizim zenginliğimiz. Eskiden bir mimarın en büyük heyecanı yapısının üzerine isminin yazılması idi. Şimdi var olanlar bile tahrip ediliyor. Gelinen bu noktadaki tavır hem bir geriye dönüşü hemen de hukuk ihlallerini içeriyor…
Bugün İstanbul’daki birinci dereceden anıt eserlerin; Süleymaniye Külliyesi’nin, Fatih Camisi’nin, Zeyrek Sarnıcı’nın, daha bunun gibi birçoklarının şantiye tabelalarında, projeyle ilgili herkesin adına yer verilirken (İdare, müteahhit, şantiye şefleri, bilim kurulu danışmanları vb. gibi), proje müellifi mimarın adı maalesef ortada yok.
Bunun ardındaki sebep de müellif mimarın tüm telif haklarının şartnamelerle birlikte ilgili idare tarafından elinden alınmasıdır. Bu idareler arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü, İl Özel İdaresi, yerel yönetimler ve ne yazık ki konunun asıl savunucusu olması gereken, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nu çıkartan Kültür ve Turizm Bakanlığı da yer alıyor.
Tarihi eser projeleri ve restorasyon uygulamaları alanında en büyük yatırımlar İstanbul İl Özel İdaresi tarafından yaptırılıyor. Kaynakların çoğu buraya aktarıldı. Örneğin İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası’na ilişkin şartnamede, telif haklarının devri daha ilk aşamada isteniyor.
Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası’nın ihale şartnamesinin 60. Maddesinde ise tüm müelliflik hakları Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından mimarın elinden alınıyor. Projeyi yayınlatmak için bile yazılı izin almanız şart koşuluyor…
Bu uygulamanın yasal olmadığı ortada? Peki müellif mimarın hakkını koruyacak yasalar yok mu?
Mimarlar Odası mevzuatına göre proje müelliflerinin hem ileriye dönük telif haklarının olması gerekir hem de projesini yaptığı yapının uygulama aşamasında mesleki denetimini yapmak gibi bir sorumluluğu vardır. Yasal mevzuat bunu mimara bir lütuf değil, sorumluluk olarak verir ve mutlaka yapılması gerektiğine de işaret eder.
Anıtlar Kurulu’nun da uygulamanın denetlenmesi konusunda almış olduğu bir Koruma Yüksek Kurulu ilke kararı vardır. Bu karara göre; tarihi bir eserin rölöve, restitüsyon ya da restorasyon projelerini hazırlayan mimar, işin mesleki uygulamasından ve denetiminden sorumludur. Uygulamanın projeye uygun olarak yapılmasını sağlamalı, bunu yaptıramıyorsa da gerekli raporu hazırlayarak durumu Kurul’a bildirmelidir. Kurul, raporu inceleyip, uygulamanın neden aslına uyguna yapılmadığını sorgulamakla görevlidir.
Söz konusu, Koruma Yüksek Kurulunun 22/03/2001 tarih ve 680 sayılı ilke kararı aşağıdaki gibidir;
“Koruma Kurullarınca onaylanan her ölçek ve nitelikteki plan ve projelerin uygulamada uzmanlarca denetlenmesi gerektiğine, bu anlamda, imar ve koruma mevzuatında, belediyelere ve valiliklere verilen denetim yükümlülüğünün yanı sıra, uygulamanın müellif mimar tarafından denetiminin de yasal ve mesleki bir sorumluluk olduğuna,
Uygulamanın kurul kararlarına uygun olması için gerekli mesleki denetim sorumluluğu, aynı şekilde serbest mesleki hizmet yetki ve koşulları taşıdığı Mimarlar Odasınca belirlenen müellif mimar tarafından üstlenilmesine, sözkonusu mesleki denetim sorumluluğunun, müellif mimarın isteği ile aynı koşulları taşıyan bir başka mimara devredilebileceğine, iskan izni için denetimden sorumlu mimarın, uygulamanın kurul kararına uygun sonuçlandığına dair raporun koruma kuruluna iletilmesi gerektiğine,
Uygulama bittikten sonra müellif mimarın isminin yazıldığı tabelanın, yapının uygun bir yerine asılması gerektiğine” işaret eder.
Öte yandan eski eserlerde uygulama sürecinde (restorasyon) çok sık revizyon projesi hazırlanır. Her an yeni bir değişiklik ya da başlangıçta fark edilmeyen bir konu gündeme gelebilir. Revizyonları yapmak proje müellifinin hem yasal hakkı hem de sorumluluğudur. Aksi takdirde uygulamanın sağlıklı biçimde devam etmesi düşünülemez. Tabi mimarın bütün hakları sözleşmenin başında elinden alındığından bunların hiçbiri de gerçekleşemiyor.
Bu durumda proje yasa şart koştuğu için “göstermelik” olarak mı yaptırılıyor?
Anladığımız kadarıyla mimar formaliteyi, yani kağıt üzerindeki istekleri karşılamak üzere çağrılıyor. Anıtlar Kurulu gibi bürokratik işlemlerden geçildikten sonra proje müellifi ne yazık ki devre dışı bırakılıyor.
Buna gerekçe olarak, “Mimar yüksek ücret talep etti, güçlük çıkardı, süreci tıkadı” gibi olumsuz örnekler gösteriliyor. Açıkçası bu pek inandırıcı değil. Kötü örnek hiçbir zaman bütünü bağlamaz. Bence öncelikle mimarın devrede olması, yani otokontrolü istenmiyor.
Tabi ki emeği ve birikimi olan insanların hizmetinin karşılığı ödenecek. Talep edilen de son derece düşük bir rakamdır. Trilyonların harcandığı bir ortamda bu rakam telaffuz bile edilmez ama yapıların ne kazanıp ne kaybettiği ortada.
Şu anda yürütülen restorasyonların çoğunda kanaatimce ciddi bir denetim yapılamıyor. Konuyu en iyi bilen kişi projeyi hazırlayan müellif mimar devre dışı tutularak idarenin elemanları devreye sokuluyor. Bu kişilerin hepsi iyi niyetli de olsa çoğunlukla uzmanlıkları ve deneyimleri revizyon projesi hazırlamak için yeterli değil ve zaten görevleri de değil. Kaldı ki 2004’ten bu yana proje sayısında patlama var. Çalışanların birikimi yeterli bile olsa tüm projelere yetişebilmeleri mümkün değil.
İşe onaylanmış proje ile başlanıyor ama dediğiniz gibi restorasyon uygulamaları revizyon gerektirdiğinden, kağıt üstündeki proje ile sonuç ürün arasında farklılıklar oluyor. Bu yasal anlamda sorun yaratmıyor mu?
Tüm onarımların sonucunda bitmiş proje olan, aynı zamanda en sağlıklı rölöve de diyebileceğimiz, “kesin yapıldı” (as built) projesinin hazırlanması gerekir. Yani uygulama aşamasındaki bütün değişiklikleri kapsayan projenin. Bunu da yine proje müellifinin yapıp, raporla birlikte dosyaya koyması ve çalışmayı toparlaması lazım. Söz konusu koşullarda bu yapılamadığı için, onarım aşamasındaki değişiklikleri kimin nasıl yaptığı ve nasıl dosya / rapor haline getirdiği de meçhul.
Süleymaniye Camisi restore ediliyor, ne mimarını biliyoruz ne de projesini. Fatih Camii restore ediliyor, ne mimarını biliyoruz ne de projesini ve daha bu örnekleri bir hayli çoğaltabiliriz.
Eski eserlerde en büyük sorun zaten uygulama aşamasında ortaya çıkar. Örneğin çatı kapalıdır ve içeride ne olup bittiğini, strüktürün çürümüş olup olmadığını bilemezsiniz. Uygulamada çatıyı bir kaldırırsınız ki ahşaplar çürümüş, özgün çatı kurgusu yok olmuş vs. Bunları ilk projede görmeniz mümkün değil. Proje müellifi / mimarın sorumlu kişi olarak tam da bu noktada devreye girmesi gerekiyor. Çatının değişip değişmeyeceğine, kısmi değişimin yeterli olup olmayacağına ya da özgün çatının yeniden yapılması gerektiğine karar verecek kişi odur. Bunlar uygulamanın doğal sürecidir. Mimarlar Odası mevzuatı da mesleki uygulama sorumluluğunu bu bağlamda şart koşar.
Mimarlar devre dışı bırakılarak gerçekleştirilen bu tür denetimsiz onarımlarda ciddi hatalar yapıldığı konusunda duyumlar alıyoruz. Restorasyonla yapılacak yanlış bir onarım ise hiç yapılmamış restorasyondan çok daha kötüdür. En klasik örnek, bir dönem çok yaygın olarak kullanılan portland çimento kullanımıdır. Bu çimentoyla yapılan restorasyonda, malzemeyi yapıdan ayıklayıp çıkaramazsınız ve kalıcı hasarlar oluşturur. Yanlış uygulama nedeniyle gelecek kuşakları da yanıltmış olursunuz. Yapının geçmişte böyle yapıldığı zannedilir.
Mimar, “as built” projesiyle devrede olsa, bu hataları ortaya çıkarabilir, rapora bağlar ve bunlar arşivde yerini alır. Gelecek kuşaklar arşivi ziyaret ettiğinde en azından doğru ya da yanlış ne yapıldığını tespit edebilirler.
Bayındırlık Bakanlığının “Hazine-i Evrak Binası” restorasyon sürecinde başımızdan somut bir olay geçti. Kısaca bahsedeyim; Önce proje müellifi olarak beni uygulama sürecine sokmak istemediler. Sonrasında kendileri de işi böyle yürütemeyeceklerini anladılar ve bizi M.U. Sorumlusu olarak göreve çağırdılar. Restorasyonu tamamladık. Bayındırlık mevzuatı ile yapılan bir restorasyon işi 2008 yılında T.M.M.O.B. Mimarlar Odası Ulusal Koruma ve Restorasyon Ödülü’nü kazandı. (Sanırım bu Türkiye’de bir ilkti)
Ortaya iyi örnekler çıkıyorsa bunun bugüne kadar, düzeyli projelerin üretilmesi ve uygulamanın denetlenmesiyle mümkün olduğu bilinmelidir. Diğerlerinin ne olduğunu bile bilmiyoruz. Aslında şeffaflık ilkesi gereği, tüm restorasyon çalışmalarının mesleki kamuoyu ve toplumun duyarlı kesimiyle paylaşılması gerektiğini düşünmekteyim. Yapılanlar doğru mu yanlış mı, herkes bakıp fikrini söyleyebilmeli.
Peki uygulamayı yapacak olan müteahhit, danışmak için proje müellifine ihtiyaç duymuyor mu? Çünkü birincil referans projeyi yapan mimar…
Şantiye şefi mimar meslektaşlar sıkıştığı ya da zorda kaldığı zaman görüşmek isteyebiliyor. Ama çok ender, çünkü patronu aşacak bir karar alıcı konumunda değil. Bütün kararları müteahhit veriyor ve yönlendirici oluyor. Çoğu kez ciddi bir denetimin, yani proje müellifinin ya da mimarın devrede olmasından rahatsızlık ya da en azından huzursuzluk duyuluyor. Danışmanlar zaten haftada bir yarım saat / bir saat uğrayabiliyor. İşi A’dan Z’ye denetlediğinizde müteahhide ek sıkıntılar ve sorumluluk getirmiş oluyorsunuz. Tabi bu da istenmiyor. Ama burada müellifin asıl muhatabı işi alan müteahhit değil, asıl onu devre dışı bırakan idare olmalı.
Mimar telif haklarından şartname ile vazgeçse bile, daha sonra itiraz etme şansı olmuyor mu? Sizin bu anlamda yaşadığınız bir yasal süreç oldu mu?
Bu konuyu Mimarlar Odası ile de, deneyimli hukukçular ile de görüştük. Tabi bu hak, ölü doğan bir hak. Hiçbir geçerliliği yok. Ama yargı yoluna başvurursanız hakkınızı geri kazanabilirsiniz. Zaten ilk sözleşme baskı altında yapıldığı için hukukçular, verilen muvafakatnamenin geçerliliği olmaz diyor.
Ancak, her konuda dava açarsak bunun içinden çıkılamaz. Yüzlerce, binlerce dava açılması gerekir. Yargının zaten dünya kadar yükü var. Kaldı ki işi alan ve yapan kişilerin idareyle kötü olması durumu da söz konusu. Dava açmanız durumunda o idareyle olan ilişkileriniz pek de hoş gelişmeyecektir.
İkincisi; temelde var olması ve devletin dikkate alması “gereken bir hak önce elinizden alınıyor, sonra bu hakkı geri almak için” kulağımızı tersten gösterircesine yargıya başvuruyorsunuz. Özetle; şartnamelerin böyle bir madde içermesi temelden hatalı. Bu talebin baştan istenmemesi gerekir.
Mimarlar Odası mevzuatının, yasaların ve yönetmeliklerin mesleki uygulama sorumluluğu getirmesi ve telif hakları kapsamında bunu tanımlaması, yapının en sağlıklı şekilde ortaya çıkarılmasını amaçlayan düşüncelerin sonucudur. Yoksa söz konusu olan mimarın üç beş kuruş daha fazla kazanması değildir. Mimar eserinin ortaya çıkmasından, onun ayağa kalkmasından onur ve heyecan duyar. Aslında tabelaya adının yazılması ona büyük bir mesleki ve toplumsal sorumluluk getirir. Proje ismini taşıyacağından, hem meslektaşlarına hem de topluma karşı sorumlu olacağı için konuya duyarlılığı farklı olacaktır.